Genç adam kendi deyimiyle "yaşlı ağaç"ın gölgesinde tek başına oturmuş, gün ışığını batıya doğru kovalayan karanlığın gelişini seyrediyordu. Gün, yaz ortası için alışılmadık ölçüde serin geçmişti ve gecenin de serin olacağı belliydi. Dağılmış bulutlar gökyüzünü saklıyor, siluetlerini toprağın üzerine düşürüyor, başıboş hayvanlar gibi ay ve yıldızların arasında dolaşıyordu. Derin bir sessizlik, konuşmayı bekleyen bir ses gibi dolduruyordu solan ışığın bıraktığı boşluğu...
"Büyüler fısıldayan bir sessizlik." diye düşündü genç adam.
Önünde bir ateş yandı, henüz küçük, ihtiyaç duyulanın sadece başlangıcı olan bir ateş. Ne de olsa, sadece birkaç saat için ayrılacaktı buradan. Alevleri hızla büyütecek daha iri kuru dalları atmak için elini uzatmadan önce beklenti ve huzursuzluk karışımı bir duyguyla ateşi inceledi. Bir çubukla karıştırmaya çalıştı, ama ısının yakmasıyla geri adım attı. Ateşin ve büyüyen karanlığın arasında, hem ateşe hem karanlığa ait olmayan, ya da her ikisine birden ait olan bir yaratık gibi, ışığın kenarında bekledi.
Gözleri, uzaklara doğru bakarken parıldadı. Yaşlı ağacın dorukları gökyüzüne doğru toprağın tutamadığı kemikler gibi çıkıntı yapmıştı. Dağların çevresine derin bir sessizlik hakimdi; soğuk bir sabah vaktindeki sis gibi yapışan bir ketumluktu bu ve çağların büyük rüyalarını gizliyordu.
Ateş şiddetle kıvılcımlandığında genç adam, üzerine sıçrama teklikesi olan yolunu şaşırmış bir parça parıldayan külü iteledi. Yanan sadece gevşekçe birbirine bağlanmış bir bağ çubuktu ve güçlü bir rüzgar eserse toza dönebilirdi. Üzerindeki gri cüppe ve orman pelerini bir korkuluğun sırtına asılmıştı sanki. Teni kayış gibiydi, beyazdı ve kemiklerine yapışmıştı...
Gün ışığının sonu ufkun aşağısına kayarken çöken geceyle birlikte bütün çevresini kaplayan karanlıktan ürperdi. Vakit gelmişti. Rüyalar ne olacaksa şimdi olması gerektiğini söylüyordu ve rüyalara inanırdı, çünkü anlardı onları. Bu da onu bırakmayacak olan eski yaşamının bir parçasıydı...
Ateşten uzaklaştı ve kayalara doğru giden dar patikada yürümeye başladı. Soğuk dokunuşlarıyla, gölgeler kapladı çevresini. Büyük kayaları tırmanıp aşarak, dar geçitleri, sarp yamaçların ve kayalardaki sivri uçlu yarıkların çevresini dolaşarak uzun bir süre yürüdü. Yeniden ışığa çıktığında kayalarla örtülü, derin olmayan bir vadide durdu; parlak yüzeyi güçlü, yeşile çalan bir ışık yansıtan bir göl hakimdi vadiye.
"En iyisi devam etmek..." diye homurdandı hafifçe, tek seçeneği de buydu...
Vadinin içine doğru ihtiyatla yürüdü, adımları huzursuzdu, kalbinin vuruşunu kulaklarında duyuyordu. Uzun bir süredir ayrıydı buralardan. Önündeki sular kımıldamadı; gölgeler uykuya dalmıştı. Böylesi daha iyi, diye düşündü. Rahatsız olmamaları en iyisiydi.
Gölün kıyısına varınca durdu. Her yer sessizdi. Derin bir nefes aldı ve onu dışarı verirken göğsünde hırıldayan havanın sesinin yankısını dinledi. Belindeki keseyi eline aldı ve bağlarını gevşetti. Dikkatli bir şekilde elini kesenin içine soktu, gümüş kıvılcımlarla çizgilenen bir avuç siyah toz çıkardı. Bir an tereddüt etti, sonra tozu gölün üzerinde havaya savurdu.
Kendisinden istenilen son dileği de yerine getirmiş oldu. Tek dostu, öğretmeni, önderi olan babasının külleri gölün üzerinde geziyordu. Artık yalnızdı, buna alışması gerektiğini düşündü. Manzarayı seyrettikten sonra arkasını döndü ve geldiği yoldan tekrar evine doğru yola çıktı...